Ekim kampanyasına hazırlık döneminde fabrikaların pancar işleme kapasitesi ile tarım alanlarının potansiyeli, ve ülkenin şeker ihtiyacı göz önüne alınarak fabrikalara hedeflenen pancar ve bununla birlikte üretilmesi planlanan kristal ve küp şeker üretim iş programları verilirdi. Ankara Genel Müdürlükte yapılan toplantıda Fabrika Müdürleri ve Fabrika Ziraat Müdürleri toplantısında verilen üretim programları, olağanüstü iklim ve beklenmeyen fabrikasyon arızaları oluşmadığı sürece yüksek bir oranla gerçekleştirilirdi.

Cumhuriyet tarihimizde planlı üretimin yapıldığı yegane sektör şeker sanayii olduğu için bazı yıllarda çiftçilerimiz, verilen programdan fazla, bazı yıllarda da noksan üretim yapmak istediğinde bazı tarımsal ve hayvansal üretim alternatifleri geliştirildi. Bu üretim alternatifleri ile şeker pancarı tarımı regüle edilmeye çalışıldı. Yağlık ayçiçeği üretimi, patates üretimi ve sözleşmeli besicilik, şeker sanayii tarımcılarının üretim kapsamına girdiği ilk yıllarda, sözleşmeli besicilik , ayçiçeği ve patates üretimi yapmak isteyen çiftçilere pancar ekme ön koşulu getirildi. Yağlık olarak üretimi yapılan hibrit ayçiçeği çekirdekleri şeker sanayiinin de ortaklığı bulunan MERAY yağ fabrikasında yağ’a çevrildi. Özellikle Adapazarı Şeker fabrikası tarım alanlarında üretilen patates ise Adapazarı SATÜDAŞ tesislerinde işlenirdi. Sözleşmeli besicilik yapan çiftçilere ise bedelsiz yaş küspe ile cüz’i bir bedelle melaslı yaş küspe ve melas verilirdi. Çiftçiler tarafından besiye alınan büyükbaş hayvanlar, Besi bölge şefliği nezaretinde EBK tesislerine belirli programlar dahilinde teslim edilir, besi hayvanlarının et randımanına göre de et bedeli ve teşvikler, Besi Bölge Şefliği tarafından üreticiye ödenirdi. Ayçiçeği ve patates üretimi, Pancar Ziraat Bölge Şefliği tarım personeli tarafından, sözleşmeli besicilik ise Besi Bölge Şefleri tarafından takip ve koordine edilmekteydi. Sonraları ise bu tarımsal üretim alternatifleri kademeli olarak azaltıldı ve tamamen vaz geçildi. Ancak Türkşeker tarafından üretiminden vaz geçilen bu tarımsal üretim alternatiflerinin maalesef yerleri doldurulamadığı için bu ürünler ile ilgili ülke ihtiyacı ithalat ile karşılanmaktadır.

Ülkemizde petrolden sonra en büyük ithalat kalemini bitkisel yağ ithalatı oluşturmaktadır. Çiftçilerimizden esirgenen destekler, ithalat yapılan ülkelerin üreticilerine oluk oluk akmaktadır. Bir zamanlar karanlık bir takım yerlerden gelen talimatlarla ülkemizde büyük oranda zeytin ağacı katliamı yapıldığı gibi, yurdun muhtelif yerlerinde açılmış olan yağ fabrikaları hatalı politikalar sonucu zarar ettirilip kapattırılmış, BUNGE gibi Amerikan holding şirketlerine ziyadesiyle yağlı(!) yağ ticaret olanağı sağlanmıştır. Kapanmayan yağ fabrikaları da kırma ünitelerini çalıştıracak miktarda ayçiçeği tanesi bulamadığından Romanya, Ukrayna ve Rusya gibi ülkelerden ham ayçiçeği ithal ederek rafine etmekte ve bir kısmını iç piyasaya, bir kısmını da Ortadoğu ülkelerine ihraç etmektedirler. Ülkemizin ham yağ ithal ettiği ülke üreticileri ise ülkelerinden dahi göremedikleri bu yağlı destek sonucu oluşan sermaye birikimi ile yağ rafinasyon teknolojisini geliştirmiş ve daha yüksek katma değer ile ülkemize rafine yağ satmaya başlamıştır. Bunun anlamı ise her yıl daha yüksek bedeller ile ülke dışından rafine bitkisel yağ ithalatı yapılacak demektir.

2005-2006 Yıllarında, bazı üniversitelerimizin de desteğiyle biyodizel rüzgarı esmeye başladı. Bitkisel ve hayvansal yağların kimyasal reaksiyonlar ile içinden gliserin ve waks’ların alınmasıyla ortaya çıkan dizel yakıtı, motorine göre daha çevreci olması yanında ucuza da satıldığı için nakliyecinin ve çiftçinin ümidi oldu. Önceleri yurt dışından ithal edilen degamize edilmiş soya ve kanola biyodizel tesislerinde işlenerek biyodizele çevrildi. Bazı sanayicilerin, çiftçiler ile sözleşmeli aspir, susam ve soya gibi yağ bitkilerini üreterek yerli hammadde ile işleyecekleri biyodizelin planlamalarını yaptıkları sırada önce dizel yakıtla çalışan araçlarda kullanılacak olan “otobiyodizel”e, sonrasında da iş makinaları ve tarım alet ve makinalarında kullanılacak olan “yakıt biyodizel”e yüksek miktarlarda ÖTV uygulanmasıyla biyodizel, motorinden daha pahalı bir yakıt haline getirilmişti. Hemen akabinde de ülkemizde yaygın olarak tarımı yapılmayan kanola bitkisinin yağından oluşturulan standart, biyodizel kalite standardı olarak işletmelere mecbur edildi. Yapılmış olan teşvik kampanyalarıyla 200 civarındaki biyodizel tesisinden, daha sonra 56 tanesi, işletmelere mecbur edilen EPDK ve TSE kanoladan biyodizel üretim standartlarını oluşturarak biyodizel işleme lisans mecburiyeti gereklerini yerine getirmiş ancak; bu işlemeler de ne yazık ki uygulamaya konulan yüksek ÖTV nedeniyle üretimden çekilmişlerdi. Bir kısmı on numara denilen madeni yağ işletmesine dönüştü, büyük bir kısmı da mekanik sistemlerini hurdacılara devretti.

Biyodizel işletmelerinin ilk birkaç yıl ithal yağ kullanarak üretim yapmalarına izin verilip, sonraki yıllarda da yerli hammadde kullanma mecburiyeti getirileceği bildirilerek sözleşmeli yağlı tohum bitkileri tarımına geçmelye özendirilerek önleri açılsaydı ne olacaktı? Bu işletmeler kendilerine verilecek olan ilk iki veya üç yıl içinde kendi bölgelerinde sözleşmeli aspir, soya ve ayçiçeği gibi yağ bitkilerinin üretimini artıracak, bu bitkilerden üretilecek bitkisel yağ ya mutfakta ya da dizel motorlarda kullanılacaktı. Zaten, gerek bitkisel yağlar, gerekse de petrol ürünleri büyük oranda ithal edilmekte olduğundan sonuçta üreticilerimiz ve ulusal ekonomimiz kazanacaktı. Mevcut durumda kimin kazanıp, kimin kaybetmekte olduğunu yazmaya gerek yok. Bir zamanlar benzine biyoetanol katılarak, benzini “yurtsever benzin” haline getirmiş olmamız, küresel sermayenin hoşuna gitmemiş olacak ki, o yıllarda yapılan baskılarla benzin formülasyonu değiştirilerek yurtsever benzin’in kısa zamanda ortadan kaldırıldığı gibi biyodizel de aynı merkezler tarafından katledilmişti.

Türkşeker tarafından sözleşmeli besicilik yapılan dönemlerde EBK tesislerinin kesimlik hayvan ihtiyacı büyük oranda karşılanmaktaydı. Sonraki yıllarda ülkemiz bazı Avrupa ülkeleri ile Güney Amerika ülkelerinin canlı hayvan ve et müşterisi oldu. Ülkemiz üreticisinden esirgenen destekler, yabancı ülke üreticilerine oluk oluk akarken köylerimiz boşalmaya, nadasa bırakılan tarlalar ise yıldan yıla artmaya başladı. Toprağa döktüğü alın terinin karşılığını alamayan çiftçilerimizin bir kısmı tarlalarını kredi aldığı özel bankalara kaptırmış, bir kısmı da metropollerde boğaz tokluğuna çalışabileceği işler aramaya kent merkezlerine gelmişti. Bankaların varlık şirketlerinin eline geçen küçük parseller ise toplulaştırmalar yapılarak büyük tarla parsellerine çevrilmekte, bu büyük parselleri satın alacak olan yabancılar ise uzaktan uzağa ağızlarının suyunu akıtmaktadır. Ne iktidarı, ne de muhalefeti bu acı gerçekleri görmek ya da çözüm üretmek konusunda kılını dahi kıpırdatmamaktadır. Bir zamanlar kendisine yeten Türkiye, uygulanan yanlış tarım politikalarıyla tarım ürünleri ihraç eden ülkelerin en tatlı müşterisi haline gelmiştir. Tarım kredi kooperatifi ve Ziraat Bankası borçlarıyla baş edemeyerek tarımsal üretimden çekilen çiftçimizin tandır evi yıkıldığından köy bakkalından ekmeği, kümesindeki tavukları “kuş gribi salgını var” denilerek yok edildiğinden de yumurtayı da tavuğu da köy bakkalından almaktadır.

Siyasi kavga ve tartışmaları bir yana bırakarak en kısa zamanda bu olumsuzlukların ortadan kaldırılıp, tüketen bir toplum olmaktan çıkıp, üreten bir toplum haline gelmeliyiz. Tarımsal üretim, ciddiyetle önem verilmesi gereken stratejik bir üretimdir. Önümüzdeki haftalarda, nasıl olup da üreten bir toplum iken tüketen bir toplum haline getirildiğimizden bahsedeceğim. Sağlık ve esenlikle kalın.