Kendinden habersiz yaşayan ‘gerçeğin’ sırtına iliştirilmiş bir aynadır Hilmi Yavuz.
Ama ne yazık ki kimi bahtsızlar, ömürleri boyunca hiç arkalarına bakmazlar...
Gerçeğe varmak, geçmişle doğru münasebet kurmakla olur.
Onun şiire bakışı, insana ve toprağa bakışıdır aslında. O farkındadır ki Doğu’da söze esrik bir kin karışır, Batıdaysa kan. İşte bu kan, münzevi Doğu medeniyeti üzerinde medenileştirme adı altında bir medeniyetsizleştirme operasyonunun görünen yüzünü oluşturur.
Artık doğuda sevgi kültürü yerini korku imparatorluğuna bırakmıştır. Hilmi Yavuz’da ‘Doğu’ sadece coğrafi bir konum değildir. Bir duruşu, emperyalizme bir karşı koyuşu, hâsılı bir kimliği ifade eder.
O, “Doğunun Gurbetleri” şiirinde:
“ Kendi elimizle kurduğumuz gurbetten
Daha zor bir sürgün yoktur
Yaşasak da yaşamasak da ” derken, bir sürgün olarak tanımladığı kendi içinde kaybolmuşluğa im düşer. Aslında bu dizelerde daha acı olan Doğu’nun özgüven eksikliğiyle boş vermişliğinin fotoğrafını çektiği “yaşasak da yaşamasak da” ifadelerinin netliğidir. Kendi elimizle kendimizden kaçışımız kimimiz için acı veren bir sürgünü yaşamakken, birçoğumuzun bu yaşanmışlığın farkında bile olmayışımız dünden bize çok şeyin kalmadığının bir ifadesi olsa gerek.
Bir kavram kargaşasını anlatırken kullandığı şu cümlelerin çok anlamlı olduğunu düşünüyorum:
...Her biri zaten iyice bulanık ve kapanık zihin ufkumuzda kör baykuşlar gibi, birbirlerine çarpa çarpa, öylece, uçuşup duruyorlar. (Türkiye’nin Zihin Tarihi, sayfa: 146)
Çatıştığımız ve aleyhte olduğumuz, öğretilerimize uzak bir dünyaya her nasılsa dâhil olmak arzusu, kendi topraklarımızda kendimizden uzak bir iç sürgün şeklinde boy verdi. Üzerimizde iğreti duran bu yeni kimlik kendine yer açmak için mevcudu yok saydı. Başka bir anlamda bu yok sayış içine düştüğümüz labirenten çıkışımızı gösteren işaret taşlarını da anlamsızlaştırdı.
Eşikte durmakla başlayan macera; araf, başkalaşım, bir iç sürgün ve zihinde uç bir sömürge şeklinde kendinden kaçış sürecinin sonu oldu. Yeni kimlikte ilk göze çarpan; hodbin, kendini tanımlayamayan yarı sarhoş bir duruştu.
Zihin ufkumuzun bulanık ve kapanık olması aslında farkında olmadan kendimizi içinde bulduğumuz bizden olmayan bir dünyanın esrikliğiydi.
Etkin ve dönüştürücü bireysel bir kimlikten, edilgin, dönüşen ve düşkün bir sınıf olarak yeniden kurgulanmaya çalışılmamızın ürünü.
Yüzümüzü aslında bizden bir şehre dönmüş gibiydik ve terk ediyorduk içimizdeki bizi. Usul usul eksiliyorduk. Evet, aslında biliyorduk değiştiğimizi. Ve fakat bu değişimin taammüden, tarafımızca istendiği noktasında bilinçsizdik. Bu bilinçsiz ve anlamsız ritüellerle örtülü geçiş bizi karşı duyuş, bir karşı koyuş anlamında kayıtsız bırakıyordu.
Haftaya nasipse devam etmek ümidiyle…