“Koca dünya dediğimiz, dar bir koridor. Sağımızda ayna, solumuzda ayna. Yerde ayna
gökte ayna. Biz yaratılıştan ışığa tutkunuz. Kaynağı belirsiz bir ışık düşüyor önümüze. Işığı
tutmak istiyoruz. Bir o aynaya uzanıyoruz bir bu aynaya. Gökkuşağının altından geçerek
birden büyümek isteyen çocuğun şımarıklığı var içimizde. Varlığına bizi inandıran o ışığı
hiç tutamıyoruz. Önümüzü aydınlatacak zannettiğimiz, aynaya aksi düşen sahte bir pırıltı
sadece” (Aynadaki Ses s.16)
Kayıp Kelebekler Haritası kitabıyla hikâyenin sihirli dünyasına zarif bir girizgâh yapmıştı
Bülent Gündoğan. Bu kitap bütünüyle, çarpıcı betimlemelerle, şiirsel bir üslûpla kaleme
alınan durum hikâyeleriyle örülmüştü. Aynadaki Ses’te yazar, “Hüzünkovan” adlı hikâyede
olduğu gibi kurguyu da önceliyor, derin tasvirlerden ve sesinden bir şey yitirmeksizin yeni bir
eşikten geçiyor. İki kitabı birlikte düşünerek, Bülent Gündoğan hikâyelerine kıvamını veren
şeyin, duyarlılık bilgisi olduğunu söylersek, mübalağa etmiş olmayız. Bununla birlikte yazar,
didaktik bir dil kullanmaya meyletmiyor. İyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayıran şuuru, vaaz
etmeyen ve okuyanı yormayan bir tonda, tıpkı çaydaki şeker gibi öykünün bütününde eritiyor.
Aynayı camdan farklı kılan sırrıdır. Aynadaki Ses’te öyküleri sırlayan şeyin; yazarın hayatı
ve insanı algılama biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Onu, güzel görmeye, güzel düşünmeye ve
hayattan lezzet almaya dönük bir gayreti kuşanmış görüyoruz.
Aynadaki Ses, şehirlerin de kalbi olduğunu ve insanlar gibi sevinip üzüldüklerini haber
veriyor. Çok kere yanından geçip gittiğimiz ama farkına bile varmadığımız insanların sureti
düşüyor aynaya. Bunda şaşılacak bir şey yok, “Günümüz insanı kendinin bile farkında değil!”
diyor yazar. Sırlı cam, yapmacık olana, plastik insanların hükümranlığına itiraz ediyor.
Apartmanlardan, şehrin ruhunun çekilmesinden, insanların komşusuyla asansöre binmekten
imtina etmesinden, komşuların birbirini tanımadığından dem vuruyor. Komşunun akrabadan
sayıldığı, sokakta bir ev satılacaksa mutlaka komşunun rızası arandığı zamanları ve artık
yitirmeye başladığımız değerler tablosunu özlemle seyrediyoruz.
Kitaba adını veren “Aynadaki Ses” isimli hikâyeden vefanın eski bir kelime olmadığını,
bir şehidin hatırası olan aynaya gösterilen saygıdan anlıyoruz. Dizgin tutmuyor buğulanan
gözlerimiz. Hikâyenin mayası, bize en çok yakışan ve başka dile çevrilemeyen hüznümüzdür.
Melankoli eşittir hüzün diyenler, ölümüne aldanıyor.