Cumhuriyetimizin kuruluşundan günümüze gelinceye kadar ülkemizde kayda değer bir üretim politikası oluşturulamadığı gibi, tarımsal potansiyelimizin dikkate alındığı bir üretim planlaması da yapılamamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında tarım ürünleri üretiminde belli bir politika ve planlama olmasa da, o yılların kıt imkanlarıyla yapılan üretim seferberliği sonucu tarımsal üretimimiz, ülke ihtiyacını karşılayabilecek seviyelere ulaşmış ve yıllarca “kendine yeten bir ülke” olmakla övünmüşüz. Sanayisi zayıf hatta yok denecek kadar az olan bir Türkiye, Osmanlıdan kalan Düyun-u Umumiye borçlarını dahi o yılların kıt imkanlarıyla ürettiği tarım ürünleriyle ödemiştir. Sonraki yıllarda nüfusumuz artmış, ancak, ihtiyaçlar da artmış, 2000’li yıllara gelindiğinde, tarımsal ürün üretimi, tüketimimizi karşılayamaz bir noktaya gelince de, Tarım ürünlerini ithalatçısı bir ülke haline gelmişiz. Farklı bölgelerinde bir çok ürünü istenen kalite ve miktarda, üretebilecek bir kapasiteye sahip olan ülkemizde bu sonuca gelmeyi nasıl başardık(!), Tarım ürünlerini yabancı ülkelerden ithal eden bir ülke haline nasıl geldik??

Ülkemizde yıllardan beri belli bir Tarımsal üretim politikasının olmaması ve reel ihtiyaçlara odaklı bir üretim planlamasının yapılamayışı sonucu bazı yıllar ihtiyaçtan fazla üretilen sebze ve meyveler, ya tarlada veya bahçede hasat edilmeden bırakılmış, ya da yol kenarlarına dökülerek çürümeye terk edilmiştir. Bu ürünlerin üretim giderlerinin üretici bütçesinde açtıkları zarar ise, yıllarca onarılamamıştır. Çözüm ararken örnek alınan ülkelerin tarım politikaları ise ülkemiz çiftçisinin sosyal yapısı ve tarımsal üretim kültürü yeterince analiz edilmediği için ülkemizde başarılı olamamıştır.

Tek partili dönemlerde Milletin meclisinde, Tarım ürünleri destekleri tartışılırken uykusundan uyanan bir vekil, yanındakilere neyin tartışmasını yapıyorlar diye sorduğunda yanındaki vekil, “yapağı destekleme fiyatlarının yetersizliği tartışılıyor” cevabını aldığında, “desteği az görüyorlarsa onlar da tiftik ekmekten vazgeçsinler” diyen vekillerle çok partili demokrasiye geçilmiştir. Bu dönemde de maalesef yeterli önlemler alınamamış olmalı ki, ülkemiz süratle üreten bir toplum olmaktan çıkarılıp, tüketen bir toplum haline getirilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde, asker toplamanın dışında kapısı çalınmayan çiftçimiz, aradan geçen yıllar sonucunda çağdaş üretim metotlarından da haberdar olamamıştır. Endülüs’ten kurtarılan bilimsel kitaplardaki bilgi kırıntılarıyla rönesans’ı yaşayan Avrupa, bir çok teknolojik alanda olduğu gibi tarımsal üretim teknolojilerinde de ileri seviyelere ulaşmış iken, ülkemizde karasaban ile tarla sürülüp, ilkel yöntemlerle çiftçilik yapılmaya devam edilmiştir. Çiftçilerimiz, iyi para ettiğini gördüğü ürünleri sonraki yıllarda fazlasıyla ektiğinde, arz fazlalığı nedeniyle fiyatların taban yapması sonucu harcadığı üretim masraflarını dahi geri alamamıştır. Yıllar süren bu yanılgılar, zamanla çiftçimizi toprağından koparıp onu metropollere çekmiş, büyük kent varoşlarında çektiği sıkıntılar sonucu bir çok çiftçi töresini, geleneğini, inancını yitirme noktasına gelmiştir.

Çiftçilerimizden yoğun tepki alınan bazı yıllarda, tarım ürünleri ile ilgili olarak hazırlanan destek programları da yetersiz ve yanlış olunca, yıldan yıla köyler boşalmaya, nadasa bırakılan tarlalar artmaya başlamıştır. Devlet Bankaları dışındaki bazı özel bankaların çiftçilerimize ipotek karşılığı verdikleri tarım aletleri ve ihtiyaç kredilerinin taksitlerini ödeyemeyen çiftçilerimizin, yarı taksitini ödediği tarım makinaları ile ipotek verilen tarlaları, alacaklı bankalar tarafından elinden alınarak varlık şirketlerine devredilmiştir. Sonuçta bu çiftçiler, hem tarım araçları yönünden kayba uğramış, hem de binlerce hektar tarım arazisi, bankaların varlık şirketlerinin mülkiyetine geçmiştir. Yakın bir zamanda bu şirketlerin elindeki toplulaştırılmış arazilerin yabancı şirketlerin eline geçmesi ihtimali, asla bir varsayım değildir. Uluslar arası hukuku kabul eden ülkemizde bu arazileri satın alacak olan yabancı şirketler, modern tarım alet ve makinaları kullanarak üretim yapacaklarından tarlaları elinden alınmış olan köylümüz, bu şirketlerde işçi dahi olamayacaktır.

Ziraat Bankası, Tarım Kredi Kooperatifi ya da tarımsal kredi veren bankalara borçlu olmayan çiftçi hemen hemen yok gibidir. Çiftçilerimizin çoğu borçlarının sadece yıldan yıla faizini ödeyerek, ya da kısmi ödeme yaparak alabildiği az miktarda gübre ile tarımsal üretim yapma çabası içindedir. Hatta bazıları yıllardır kullandığı çalışır durumdaki traktörünü satıp nakde çevirip acil ihtiyaçlarını giderirken, yıllık taksitini ödeyemeyeceği, eski traktöründen çok daha büyük ve pahalı traktörleri de tarla ipoteği karşılığı satın almakta, bir-iki yıl taksit ödeyip sonrasında ödeyemeyince de hem traktöründen hem de ipotek verdiği tarlasından olmaktadır.

Özetle ifade etmek gerekirse Tarımımız can çekişmekte, kırsal kesimde yaşama uğraşı içindeki kesim, sosyal patlamalara doğru yol almaktadır. Büyük Önder Atatürk’ün “Milletin Efendisidir” dediği çiftçimiz, içinde bulunduğu olumsuzlar sonucunda efendiliği bir kenara bırakıp tepki ve eylem toplumu olmak üzeredir. Bu bağlamda orta ve uzun vadede ortaya konulacak önlemlerle bu kesimdeki sıkıntı ve gerginlik seviyesinin bir an önce düşürülmesi gerekmektedir. Aksi halde seçim zamanında çiftçilerimizden ballı vaatlerle oy toplamaya gelecek olan politikacıları köyün girişinden kovmaları uzak bir ihtimal değildir.