Sözlüklere müracaat ettiğimizde yılın dokuzuncu ayı olan “eylül”ün Arapça kökenli olduğunu, Arapçaya da, Süryaniceden geçtiğini ve kökeninin “üzüm” anlamına gelen “aylül” kelimesi olduğunu söylüyor. Bu bilginin gerçek ve doğal hayatla ilişkisi bakımından da doğru olduğunu gösteriyor bize. Çünkü eylül ayı aynı zamanda bağbozumunun yapıldığı bir zaman dilimidir. Vikipedia’da, Hıristiyanların bu aya "istavroz ayı", "haç ayı" dedikleri, Karadeniz bölgesinde kelimenin biraz değiştirilerek buna "istavrit ayı" denildiği bilgisi yer alıyor.

 

Eylül, gerçekten de bir bağbozumu ayıdır; bazı bölgelerde üzümler daha erken bir zamanda erse, olgunlaşsa da genel itibariyle eylül ayında bağlardan üzümler devşirilerek sepetlere, oradan da sandıklara, kasalara doldurulur. Kimi yerlerde eşek ve katırlarla kimi yerlerde modern taşıma araçlarıyla bir yerde toplanan üzümler; pekmezlik, kurutmalık ve salkım şeklinde saklamalık olmak üzere üçe ayrılır. 

 

Pekmezlik için ayrılan üzümler,  betondan yapılmış bir dikdörtgen şeklindeki bir küçük havuzda veya büyük bir ağaç gövdesinden oyulmuş teknede yahut sıkı sıkıya çakılmış ahşap bir teknede, temiz çizmeleri ayağına çeken güçlü kuvvetli biri tarafından çiğnenerek ezilir, neticesinde çıkan üzüm suları -ki ona biz “şıra” deriz- geniş geniş kazanlara doldurularak kaynatmaya durulur. Bütün üzümler ezilerek suyu sıkıldıktan sonra son bir hamle daha kalmıştır.

 O da üzüm sıkma havuzundaki ezilmiş üzüm kapçıklarının bir mengeneyle sıkılmasıdır. Mengeneye alınan kapçıklar, birkaç saat sıkılmış vaziyette durur ki kapçıklardaki son üzüm damlaları da kazanlarda biriktirilmiş olsun. Mengenedeki üzüm kapçıkları biraz da su katılarak tekrar mengeneye alınır; ama bundan çıkan suya “cibre” denir, bu su, diğer şıralara karıştırılmaz, ayrı bir kazanda kaynatılır. Çünkü bundaki doğal üzüm suyu oranı diğerlerine göre biraz azdır. Suyu alınan üzüm posaları da ayrı bir yaygıda; çul, naylon veya bez üzerinde hayvanlara besi olarak güneşte kurutulur.

 

Eylül, aynı zamanda eğitim ve öğretimin başladığı aydır. Ülkemizde –bazı yıllarda değişiklik gösterse de- genellikle bu ayın ikinci haftasından itibaren okullar açılır, eğitim öğretime başlanır. Okulların açılmasıyla okula yeni başlayan öğrencilerin okulu sevmesi adına şenlikler, eğlenceler düzenlenir okullarda. Eylül, bir bakıma bir atılım ayıdır ve geleceğe hazırlanma zamanıdır. Birçok hareketliliğin de başlangıç zamanıdır eylül. 

Çünkü, okumak için köyden şehirlere, şehirlerden farklı şehirlere eğitim göçlerinin de başladığı bir zaman dilimidir. 

 

Eylül’ün hafızamızda, bir daha yaşamayı hiç istemeyeceğimiz bir anlamı da barındırmaktadır. Kardeşin kardeşi kıydığı, huzursuzluğun yokluğun, imkânsızlıkların, eziyetlerin, zulümlerin ve işkencelerin yaşandığı bir aydır. Komplolar, cinayetler, bombalamalar ve sokaklara korkunun hâkim olduğu bir zaman dilimini hatırlatır hep. Görünüşte bütün bu olumsuzluklar bir askeri darbeyle bu ayda sona ermiştir. Ama, kapalı mekanlarda işkencelere devam edilmiş ve bugün bu dönemden bir mağdurlar ordusu meydana gelmiştir. Bu yönüyle eylül, siyasî hafızamızda olumsuzluklar çağının adıdır.

 

Eylül’ün sonbaharı çağrıştırması, sonbaharın da yaprakların sararması ile birlikte ölümü hatırlatması bakımından insanoğlunun zihninde hüznü çağrıştırması bundandır. 

Ayrıca, eylül ile gelen ayrılıkların neticesinde hüzünlerin yaşandığı da bir gerçek. Birçoğumuzun malumu olan Edip Ayel’in “Eylül’de melül oldu gönül, soldu da lale” dizesi ruhumuzu ne de güzel anlatır değil mi? Melallere gark oluşumuzun sebebi, lalenin solmasıyla bize de sonumuzu hatırlatmış olmasından değil midir? 

 

İnsanoğlu biraz da mevsimlerle kendisini ifade eder. Bahar, gençlik yıllarını, yaz olgunluk çağını, güz ya da sonbahar de ihtiyarlığı, kış da ölümü anlatır. 

İşte bu sebeple, eylül zihin algımızda hüznün adıdır. Çünkü güz veya sonbahar eylülle başlar. Eylülle başlayan güz, bize bu dünyada ebedi olmadığımızı hatırlatır; hatırlatır da dünyevi lezzetlerin acılaşması ile hüzünlere gark oluruz. Ne diyordu Üstat Yahya Kemal “Eylül Sonu”nda? “Günler kısaldı... Kanlıca'nın ihtiyarları / Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.” İhtiyarlık, sonbahar ve kısa günler, hepsi bu dünyada ebedi kalamayacağımızı bize ihtar ediyor ve biz bu yüzden elemlere duçar oluyoruz. 

Cahit Sıtkı ise sonbahara sitem eder ve içini “Böyle mi gelecektin Eylül, farkında mısın?/ Ne başka bir sonbahara verdin bahçemizi / Neler savrulmadı bilsen yapraklardan evvel!/ Bu sefer ne olduysa biz insanlara oldu.” dizeleriyle dökerek, eylülün yapraklardan evvel insanları savurduğunu, mutluluk bahçemizin imarının bir başka bahara kaldığını söyler. “Hüzün ki en çok yakışandır bize” dizelerinin şairi Hilmi Yavuz da “Eylül” başlıklı şiirinde, yaza dair özelliklerin ansızın azalmaya, kaybolmaya yüz tuttuğunu ve yanmış ve yakılmışlığın sonu olan küllerle dolduğunu dile getirir.

 

Sözü Mehmet Çınarlı’nın dizeleriyle sonlandıralım:

 “Kuşlar gidince kalmayacak bağda ses, seda,

Bir ihtişamlı ömre bu bir muhteşem veda”